«Wir sind keine Rausländer!»

Türkische Sprachversion der Ausstellungstafeln / Sergi panolarının Türkçe versiyonu

Berlin’e göç / Integration nach Berlin

Fotograf: Jürgen Henschel / Bildrechte: Friedrichshain-Kreuzberg Museum

Misafir işçi olarak anılanların Batı Berlin’e devlet tarafından getirilmeleri 1964’te başlamıştır. 1970’li yılların sonunda kentte yarısı Türkiye’den gelen yaklaşık 230 bin göçmen yaşamaktaydı. Elektrik ve tekstil sanayi bilhassa kadın emekçilere gereksinim duymaktaydı, ki bu Berlin’deki kadın göçmenlerin oranının Batı Almanya’dakinden daha fazla olmasının nedenidir. Ardından gelen yıllarda işçiler aile birleşimi haklarını kullanarak eşlerini ve çocuklarını Berlin’e yanlarına aldılar.

1973 Kasım’ındaki Almanya çapında yürürlüğe giren işçi mübadelesinin sonlandırılması uygulamasından birkaç ay öncesinde dönemin Federal Maliye Bakanı Helmut Schmidt (SPD) Federal Parlamento’daki bütçe görüşmelerinde «yabancı işçiler Federal Alman ekonomisi için yük olmaya başladılar» açıklamasını yapmıştı. Aslında aksi geçerliydi çünkü yabancı emekçiler yurt içi GSYİH’nin önemli ölçüde artmasına katkıda bulunmuşlardı. Mübadele anlaşmasının sonlandırılması, bu gerçeği dikkate almayarak konjonktürel durgunluğun önlenmesi gerektiği söylemiyle gerekçelendirilmişti. O dönemde Batı Almanya’da yaklaşık 2,6 milyon yabancı işçi istihdam edilmişti. Bonn’daki hükümet için, başlangıçtaki niyetinin aksine, işe alım programlarının sadece ucuz işgücünde kısa vadeli kazançlar sağlamakla kalmayıp, aynı zamanda uzun vadeli siyasi ve sosyal yatırımlar gerektirdiği açık hale geldi. Ancak Almanya’nın çoktan bir göç ülkesi haline geldiğini kabul etmek yerine, yerleşik göçmenler yalnızca iş performansları ve sözde entegrasyon potansiyelleri açısından değerlendirildi. Oturma izni, iş sözleşmesine bağlıydı. Bu, ekonomiye yararlı olanların kalmasına izin verildiği ve işten çıkarılanların derhal ülkeyi terk etmesi gerektiği anlamına gelmekteydi.

Batı Berlin önceden olduğu gibi, göçmen iş gücüne gereksinim duymaktaydı. Senato bu nedenle «gereksinim odaklı entegrasyon modelini» tartışmaya açtı: Ekonominin iş gücü gereksinimlerine göre «entegrasyon yetisine sahip olmayan göçmenlerin» ayıklanması gerçekleştirilecekti. Onlardan «Berlin nüfusunun yaşam ve çalışma alışkanlıklarına uymaları» istendi. Senato’nun planlama ekibi, göçmen sayısının kesin olarak tanımlanması gereken bir sınırı aşması durumunda «yabancılaşma tandanslarının artmasının« ve «Almanların ihtiyaçlarının karşılanmasının yetersiz kalacağının« söz konusu olabileceğini belirtiyordu. Irkçı tartışmalar Berlin’deki yerel siyasette giderek daha merkezî hâle geldiler. 1970’li yılların sonuna doğru Türkiye’deki iç politika ihtilafları doruk noktaya geldiğinde, göçmenler aile birleşimi olanağını giderek daha fazla kullanmaya başladılar. 1977 ile 1980 arasında, çoğunluğu genç olmak üzere, otuz bin aile ferdi Berlin’e geldi. Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından sığınma başvurularının sayısı da önemli ölçüde artmaktaydı. Batı Almanya aynı yıl Türkiye vatandaşlarına ilk kez vize zorunluluğunu getirdi. Dönemin İçişleri Senatörü Heinrich Lummer (CDU, Almanya Hristiyan Demokrat Birliği) 1981 Kasım’ında Yabancılar Kararnamesi ile, geniş bir toplumsal direnişle karşılaşan bir değişiklikle aile birleşimini kısıtlamak istemişti. Berlin’de yaşayan Türkiyeliler çeşitli siyasi ve sivil toplum yapılanmalarında örgütlendiler ve taleplerini sokaklara taşıdılar. Bu sergi, 1970’ler ve 1980’lerde Batı Berlin’deki Türkiyelilerin siyasi ve kültürel yaşamlarına ışık tutmaktadır.

Sergide gösterilen fotoğraflar Die Wahrheit adlı günlük gazetenin basın fotoğrafçısı olarak 1959 ve 1991 arasında yaklaşık iki yüz bin fotoğraf çeken Jürgen Henschel’e aittir. Arşivi Friedrichshain-Kreuzberg Müzesi’nde bulunmaktadır.


Türkiye’deki iç politik durum / Die innenpolitische Lage der Türkei

Fotograf: Jürgen Henschel / Bildrechte: Friedrichshain-Kreuzberg Museum

Türkiye’de 1970’li yıllara siyasi istikrarsızlık ve siyasi kamplar arasındaki şiddetli çatışmalar damgasını vurmuştu. O dönemler merkez-sol çizgide olan CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) ve Süleyman Demirel’in muhafazakâr AP’si (Adalet Partisi) hükümeti birbirlerinden devamlı değişen koalisyon ortaklarının yardımıyla devralmaktaydılar. Türkiye’nin güçlü sendikal hareketi hükümetlere sokaktan ve işletmelerden baskı uygularken sol hareketler, siyasi etki kazanmaya çalışıyor ancak kendi aralarında bölünüyordu. Alparslan Türkeş liderliğindeki faşist MHP (Milliyetçi Hareket Partisi) hükümetlere katılarak devlet aygıtındaki etkisini kökleştirebilmişti. Sürekli olarak solculara karşı silahlı saldırılar gerçekleştiriliyordu ki burada özellikle İstanbul’da Taksim Meydanı’nda gerçekleştirilen 1977 1 Mayıs Mitingine yönelik saldırının altı çizilmelidir. Orada, 36 kişi yaşamını yitirdi.

12 Eylül 1980’de ordunun darbe ile iktidarı ele geçirmesine gerekçe gösterilen şiddet olayları, binlerce muhalifin hapse atılması ile ülkedeki ekonomik kriz Almanya’daki birçok Türkiyelinin ülkelerine henüz dönmeme ve aile fertlerini yanlarına aldırma kararına neden oldu. O dönemlerde göçmenlerin arasında neredeyse tüm siyasi akımların temsilciler bulunmaktaydı. Türkiyeli solcular genellikle sendikalarda ve enternasyonalist dernekler ile Türkiye’deki siyasi partilere yakın yapılar içinde örgütlenmekteydiler. Türk milliyetçileri ve İslamistler ise 1978’de kurulan Demokratik Türk Ülkücü Dernekleri Federasyonu gibi faşist Bozkurtların derneklerinde örgütlenmekteydiler.

Berlin’de Türkiye’deki sağcı hükümetlere karşı solcuların, Almanya’daki faşist Bozkurtların yasaklanmasını da talep ettikleri eylemler düzenlendi. Celalettin Kesim cinayeti bunların Berlin’deki Türkiyeli muhalifler için reel bir tehdit oluşturduklarını kanıtladı: Celalettin Kesim 1973’te Berlin’e gelmiş ve Borsig’de IG Metall sendika temsilciliğine seçilmişti. Ardından öğretmenlik yaptı, Eğitim ve Bilim Sendikası (GEW) üyesi oldu ve Neukölln’deki Türk Merkezi’nin sekreterliğini yaptı. Kesim ve Türkiye Komünist Partisi TKP’nin diğer üyeleri 5 Ocak 1980’de askeri darbe tehdidine karşı bildiri dağıtırlarken, Kottbusser Tor’da Bozkurtların bıçaklı saldırısına uğradılar. Kesim kısa süre sonra aldığı bıçak darbeleri nedeniyle yaşamını yitirdi. Onuruna düzenlenen anma yürüyüşüne on bir bin insan katıldı. Sonraları görülen davada faillerden sadece birisi «asayişi bozma ve kavgaya katılma» suçundan dört yıl hapis cezasına çarptırıldı. Federal Almanya Türkiyeli İşçi Dernekleri Federasyonu FİDEF Kesim’in katledilmesinin birinci yılında yayımladığı bir broşürde Berlin makamlarının oynadıkları rolü de eleştiriyordu. Berlin Senatosu ile polisin yaptığı açıklamalarda saldırıya uğrayanlarin katillerle aynı kefeye konulması ve ölümcül saldırının «siyasi açıklama« olarak küçümsenmesi eleştirilmekteydi. FİDEF sonuçta şöyle diyordu: «C. Kesim’in anısına sahip çıkmak, Türkiye’de insan hakları ve demokratik koşulların yeniden tesisi için mücadele etmek demektir. […] Anısıni ancak mücadelesine devam edersek yaşatabileceğiz.»

Eğitim hakkı / Recht auf Bildung

Fotograf: Jürgen Henschel / Bildrechte: Friedrichshain-Kreuzberg Museum

Berlin Senatosu göçmen işçilerden ve çocuklarından güya homojen olan Alman toplumuna «entegre» olmalarını talep ediyor, ancak aynı anda eğitim alanına, eşitliği ve katılımı gerçekleştirebilmek için gerekli olan yatırımları yapmayı reddediyordu. Türkiyeli dernekleri ve siyasi örgütleri ise buna karşı okul sisteminde ve meslek eğitiminde ivedi iyileştirmeler yapılmasını talep ediyorlardı. GEW Berlin’deki Yabancı Öğretmenler Komisyonu 1975 sonbaharında «Batı Berlin okullarında yabancı çocukların eğitimi» başlıklı bir model önerdi. Çocukların yetersiz eğitim almalarının nedeninin okullardaki kötü koşulların yanı sıra ebeveynlerinin ikamet statülerine ilişkin yasal belirsizliklerin de olduğu belirtiliyordu. GEW konseptinde, okulların mevcudunun en fazla yarısının göçmen çocuklardan oluşmasını ama bunun yanında onlara ana dilinde eğitim verilmesini  talep ediyordu. FİDEF de gazetesinin Aralık 1977 sayısında yabancı çocuk ve gençlerin mevcut eğitim durumlarının feci olduğunu yazıyor, zorunlu eğitimin yetersiz düzeyde yerine getirildiğini belirtiyordu. Örgüt ayrıca «Almanlaştırmayı» ve aynı zamanda «yabancı işçilerin çocuklarının ayrımcılığa uğramalarını» eleştiriyor, derslerin çocukların ana dilinde, Türkçe verilmesini ve Almanca öğrenmeleri için yeterli olanakların sunulmasını talep ediyordu. Türkiye’nin iç politikasına da yoğun bir şekilde müdahil olan bir örgüt olarak, Türkiye’deki sağcı Milliyetçi Cephe Hükümetinin göçmenlerin durumunu kendi çıkarları için kullandığı konusunda uyarılarda bulundu. FİDEF, mevcut öğretmen ihtiyacını karşılamak ve Türkiye’den daha fazla «hükümet öğretmeni» akışını engellemek için Almanya’da hâlihazırda istihdam edilen Türkiyeli öğretmenlerden faydalanılmasını istiyordu. «Hükümet öğretmenlerinin« yurtdışında da «şu an Türkiye’deki okullarda hakim olan faşist terör ve saldırganlığı» devam ettireceklerini vurguluyordu.


«Lummer Kararnamesi’ne» karşı direniş / Widerstand gegen den «Lummer-Erlass»

Fotograf: Jürgen Henschel / Bildrechte: Friedrichshain-Kreuzberg Museum

İçişleri Senatörü Heinrich Lummer (CDU) 20 Kasım 1981’de «Yabancılar Kararnamesi’ndeki« değişiklileri açıkladı: Aile birleşimi için en üst yaş 18’den 16’ya indirilmişti ve aile birleşimi üzerinden Berlin’e gelmiş olan gençler, 18’inci yaşlarına ulaştıktan sonra oturma izinlerini sadece Batı Almanya’daki ikamet sürelerinin beş yıl olması durumunda uzattırabileceklerdi. Ayrıca bir çıraklık eğitiminde veya birkaç yıllık çalıştırılma ilişkisinde olduklarını kanıtlamak zorundaydılar. İkinci kuşağa ait göçmenlerin yurtdışında yaşayan eşleri Berlin’e ancak burada yaşayan eşin süresiz oturma iznine sahip olması, eşlerin yaşam giderlerini karşılayabilmesi ve uygun bir konutu olması durumunda gelebilecekti. Aslında özellikle Türkiyelilerin aile birleşimini kısıtlamaya yönelik kararname değişimi düşüncesi SPD’li İçişleri Senatörü Frank Dahrendorf’a aitti, ancak partisi 1981 Mayıs’ında öne alınan Senato Seçimlerinde hükümeti CDU’ya kaptırmıştı. İçişleri Senatörü Lummer’in kararına karşı Berlin sokaklarında kısa sürede güçlü bir direniş oluştu. Batı Berlin Yabancılar Komitesi adlı dernek «Yabancılar dışarı kararnamesini» ırkçılığı olağan hâle getiriyor diyerek eleştiriyordu. «Batı Berlin CDU’su korktuğumuzdan daha hızlı biçimde yabancı düşmanı ‘Yabacınlar dışarı’ sloganını gerçekleştirmeye çalışıyor. […]18 yaşına geldiğimizde posta paketi gibi Türkiye’ye geri gönderileceğiz. Ancak orada bizi herhangi bir alıcı değil, ailelerimizi ve dostlarımızı oradan uzaklaştıran işsizlik ve sefalet beklemektedir. Sadece birlikte direnirsek kazanabiliriz!» cümleleri Komitenin yayınladığı bir yayında yer alıyordu.

GEW Meclisteki üyelerini aktif biçimde kararnameye karşı çıkmaya çağırdı. GEW öncesinde kararname ile «yabancı düşmanlığını sistematik biçimde üretecek saf güç siyaseti» yapılacağını eleştirmişti. Kararnamenin açıklanmasından sadece üç gün sonra, 23 Kasım’da göçmen gençler Berlin’de yürüyüşler örgütlediler ve dersleri boykot ettiler. Sendikalar, göçmen dernekleri ve sosyal yardım kuruluşları Berlin Senatosu’na bir protesto mektubu gönderdiler. 28 Kasım 1981’de yaklaşık yirmi bin kişinin katıldığı bir yürüyüş Neukölln’de Schöneberg’e ulaşıyordu. Toplam 82 Türk, Kürt, Yunan, İspanyol, Yugoslav ve Alman grup yürüyüşe çağrı yapmışlardı. Çağrıda şöyle deniyordu: «CDU Hükümeti bu kararname ile dikkatleri ekonomik krizin gerçek nedenlerin üstünden çekmek ve yabancıları güya düşman ve günah keçisi hâline getirmek istiyor. […] Biz elimizdeki tüm olanaklar ve gücümüzle Lummer’in Yabancılar Kararnamesi’nin geri çekilmesi için mücadele edeceğiz.»

Nihâyetinde Lummer-Kararnamesi, gençlere ebeveynlerden birisinin süresiz oturma izni olması durumunda ikamet izni veren Federal düzeydeki bir karar ile aşılabildi. Ne kadar gencin sinirdışı edildiği ise şimdiye kadar bilinmiyor. Kamuoyu tartışmalarında göçmenlere karşı körüklenen ırkçılık artık geri püskürtülemeyecek seviyeye gelmişti. Lummer ise daha sonraları gerek Berlin İçişleri Senatörü gerekse de CDU Federal parlamento milletvekili olarak antisemitik açıklamalar ve aşırı sağcı kurumlara olan bağlantılarıyla dikkat çekti.


Tahsin İncirci ve Batı Berlin Türk İşçi Korosu / Tahsin İncirci und der türkische Arbeiterchor West-Berlin

Fotograf: Jürgen Henschel / Bildrechte: Friedrichshain-Kreuzberg Museum

Mübadelelerin 1973’te sonlandırılmasının ardında «Misafir işçi sorunu» ya da «Türkler sorunu» adı altında ırkçı bir tartışma körüklendi. Ekonomik resesyon ve özellikle genç nüfus işsizliği artarken medyada siyasi alandaki tartışmalarda göçmen işçiler ve aileleri, Batı Almanya için bir yük olarak gösterilmeye başlandılar. Bu gelişmeyle bağlantılı olarak ayrımcılığa uğrayanlar, yaşadıklarını, örneğin Tahsin İncirci yönetimindeki Batı Berlin Türk İşçi Korosu’nun şarkılarında olduğu gibi, sanatsal biçimlerde de göstermekteydiler. Kreuzberg ilçesindeki sokak etkinliklerinde ve Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde aldığı sahnelerde koro, 1976 Nisan’ında Berlin Filarmonisi’nde verdigi «Kederli özgürlük» konseriyle ünlü oldu. Konsere Türk İşçi Korosu’nun yanı sıra, Şilili Aparcoa Grubu, Hanns-Eisler-Korosu ve Türk Akademisyenler ve Sanatçılar Derneği’nin folklor ekibi de yer almıştı. Dört saatlik konser Die Wahrheit Gazetesi’nde «Kentimizin demokratik kültür yaşamının doruk noktası» olarak tanımlanmıştı. Konserin başlamasından kısa bir süre önce Kreuzberg CDU’su İlçe Meclisi’nde konseri yasaklatmaya çalışmıştı.

Berlin-Kreuzberg’teki kültürel etkinlikler o dönemlerde – Türkiyelilerin ötesinde – yoğun bir rağbet gördü ve Berlin’de yaşayanların karşılıklı birbirlerini tanımasına katkıda bulundu.